Oscar’ın eli kanlıları ya da kötülüğün sıradanlığının sıradanlığı
Christopher Nolan, son filminde atom bombasının mucidi Oppenheimer'ın hikayesindeki trajediye odaklanıyor. Karakterini yargılamak yerine başarıyla başarısızlığın bazen bir noktada buluştuğunu gösteriyor. Ve tam da o noktaya Oppenheimer'ı yerleştiriyor. Karşımızda dört dörtlük bir biyografi filmi var
Oyuncular: Cillian Murphy, Robert Downey Jr., Florence Pugh, Jack Quaid, Matt Damon, Rami Malek, Emily Blunt, Devon Bostick, Josh Peck, Dylan Arnold, David Dastmalchian, Josh Hartnett, Emma Dumont, Casey Affleck, Gary Oldman
Süresi: 180 dakika
2. Dünya Savaşı’yla ilgili az biraz bilgisi olan, ABD’nin Japonya’ya atom bombası atmasına gerek olmadığını bilir. 2 Mayıs 1945’te Berlin düşmüş, Hitler intihar etmiş. Büyük düşman yenilmiş. Ama buna rağmen 6 Ağustos’ta ABD, Japonya’ya atom bombası atıyor. İlk bomba yetmiyor 9 Ağustos’ta bir bomba daha atıyor.
Tarih anlatısında ABD, bu bombanın savaşı bitirdiğini savlar. Hollywood da çekilen tüm o 2. Dünya Savaşı filmlerinde bu savı gerçekmiş gibi önümüze koyar. Hatta bir adım daha ileri gidip 2. Dünya Savaşı’nın ABD sayesinde kazanıldığı anlatısını işler. Ama bilinir ki atom bombasının, savaş sonrası başlayacak Soğuk Savaş döneminde ABD’yi uluslararası sistemde en önemli aktör haline getiren bir etkisi vardır.
Hatta ABD’li yönetmen Oliver Stone’un ‘ABD’nin Gizli Tarihi’ belgeseli de bunu anlatır bize. Yani ‘atomun babası’ olarak bilinen Dr. Robert Oppenheimer’ın adıyla anılan atom bombası aslında savaşın bitirmek için değil geleceğe ipotek koymak adına atılan bir bombadır.
Christopher Nolan’ın iddialı biyografi filmi ‘Oppenheimer’ filmi işte bu gerçekten hareket ediyor. Nolan filmin açılışında Prometheus’un tanrılardan ateşi çalıp insanlığa hediye ettiğini ve bunun sonucu olarak sonsuza kadar işkence gördüğünü hatırlatıyor bize. Çünkü insan, o ateşi uygarlık yaratmak için kullandığı gibi kendi türünü yok etmek için de kullandı.
Nolan da tarihsel olarak tartışmalı bir kişilik olan Dr. Robert Oppenheimer’in yaptıklarının neredeyse Prometheus’la benzer olduğunu söylüyor daha filmin başında. Çünkü atomu parçalayıp silah haline getirmek ve bunun kontrolünü insana hele hele de siyasi elitlere bırakmak çok tehlikeli bir girişim. Peki böylesi bir girişimin önünü Oppenheimer neden açtı? Nolan’ın filmi boyunca anahtar olarak kullandığı soru bu?
Filmin başında genç Oppenheimer ile tanışıyoruz. Fizike meraklı, ama laboratuvara sıkışıp kalmış. Sıkılıyor laboratuvar ortamında ve onu bir hatasından dolayı cezalandıran hocasından intikam almak için elmasına zehir enjekte ediyor. Böylece Oppenheimer’ın duygu dünyasının karanlık yüzüyle tanışıyoruz daha filmin en başında.
Oppenheimer, Albert Einstein’ın Kuantum fiziğinin açtığı kapıdan içeri girmiş biri ama ABD bilim dünyası bu konuyu pek ciddiye almayınca o da Avrupa’ya gidiyor ve önemli fizikçilerden dersler alıyor. ABD’ye döndüğündeyse alanında çalışan neredeyse tek isim oluyor. Lakin bilim insanı olarak tarihe damga vurma gibi bir özlem içerisinde. Altan altan Einstein’i da kıskanıyor. Hatta onunla kendisini denk görüyor. Ve Einstein’ın ABD Başkanı Roosevelt’e Nazi Almanyası’nın atom enerjisini keşfetmeye çok yaklaştığını anlatan mektubu sonrası beklediği fırsat ayağına geliyor. Çünkü ABD hükümeti de bu konuda çalışma yapmaya karar veriyor ve onun kapısını çalıyor. O da hiç tereddüt etmeden kabul ediyor.
Fikirsel olarak sola yakın bir isim Oppenheimer. Kardeşi komünist parti üyesi. Fakat alanında iyi. Atom bombasınını yapan Manhattan Projesi’ni yönetmekle görevli Albay Leslie Groves, ona güvenmese de yeteneklerinin ve zekasının farkında. Onunla çalışmaya karar veriyor. Günün sonunda bir bomba yapılacağı ve bunun yıkıcı bir etkisi olacağı biliniyor ve Oppenheimer, yönettiği bilim insanlarını bunun bir vatan meselesi olduğunu fikrini zerk ederek onları motive ediyor.
Nolan tüm bu bilinen süreci ikili bir sorgulama hikayesiyle anlatıyor. İlki Oppenheimer’ın 1950’lerde komünist olduğu ve atom bombasını yaparken bilgileri Ruslarla paylaştığı iddiasıyla hakkında açılan soruşturma. İkincisi ise ABD Başkan’ı Eisenhower’ın Oppenheimer’ın çok yakınında bulunan Lewis Strauss’ı ticaret bakanı olarak aday göstermesi sonrası onun ABD senatosundaki sorgulanması. İki ayrı zamanda gerçekleşen bu sorgulama hikayesini filmde iç içe geçiren Nolan, ‘Dunkirk’ten aldığı dersle Lewis Strauss sorgulamasını siyah beyaz olarak işleyerek klasik anlatının içerisinde filmsel zamanı işlevli bir şekilde kullanmayı başarıyor.
Zamanı eğip bükme ustası diyebileceğimiz Nolan ‘Dunkirk’te, Winston Churchill, “Bu kurtuluşu zafer olarak saptamamak için çok dikkatli olmalıyız. Savaşlar tahliyelerle kazanılmaz” demesine rağmen Dunkirk Tahliyesi’nde bir kahramanlık hikayesi çıkartmaya çalışmış bunun için de tarihi manipüle etmekle eleştirilmişti. ‘Oppenheimer’ bir biyografi filmi olsa da nihayetinde tarihi sulara açılıyor. Bunun için Nolan’ın nasıl bir tarihsel gerçeklik içinden bize bir portre çizeceği merak konusuydu.
Ama Nolan söz konusu Amerikalılar olunca tarihe daha nesnel bakabildiğini gösteriyor. Açık açık ABD’nin atom bombası yapma ve Japonya’ya atıp binlerce insanın ölümüne neden olma sürecindeki tarihi sorumluları göstermek istiyor. ABD Başkanı Harry S. Truman’ın “Emri ben verdim” sözlerini tekrar hatırlatması da bu yüzden. Ama işin buralara geleceğini Oppenheimer’ın bilmesine rağmen, bomba atılınca bu gerçekle nasıl yaşayabildi? Nolan’ın ilgilendiği soru bu?
Bu soruya cevap ararken biyografi filmlerinde pek alışık olmadığımız bir yöntem izliyor. İçten ve dıştan ikili portreleme denilebilecek bir anlatı inşa ediyor. İnsanlar Oppenheimer’ı nasıl bilirdi, kamusal alana yansıyan Oppenheimer kişiliğini inceliyor ki, atom bombasının yapımı ve sonrasında farklı algılar var onun için. Mesela atom bombasını yaparken bilim dünyasının ona yönelik eleştirileri var, bilimi silaha dönüştürmeyi kabul ettiği için. Bomba atılınca ABD’de bir kahraman. Sonrasında ABD derin devleti itibarını yok etmek için onu komünist ve Rus ajanı olmakla itham ediyor ki, tam bir incelikli itibar suikastı. Nolan alttan alta ABD hükümetinin Oppenheimer’ın kişiliğini iyi tahlil edip ondan faydalandığını, işleri bitince de bir kenara atmayı tercih ettiğini gösteriyor.
Nolan atomun babasının içsel portresini de tüm bunlar yaşanırken Oppenheimer’ın tavırlarını, olaylar karşısındaki tutumunu anlatarak çizmeye çalışıyor. Yani bir anlamda Oppenheimer’ın kişiliğini atomlara ayırıyor. Lakin onunla ilgili bir yargıda bulunmaktan da kaçınıyor, bunu seyirciye bırakıyor. Böylesi bir insanın trajedisini anlatmayı tercih ediyor. Karakterine karşı yargılayıcı değil belki ama onunla empati kurma gibi bir yaklaşımı da yok. Bunu yaparken özellikle Cillian Murphy’nin oyunculuk performansını kulanıyor. Yer yer fiziksel yer yer ruhsal. Mesela gittikçe fiziksel olarak zayılayan bir Oppenheimer var karşımızda.
Ki ‘Oppenheimer’ Nolan’ın oyuncu yönetimi konusunda en iddialı yapımlarından biri. Cillian Murphy’nin olağanüstü performansı bütün filmi taşıyor. Ama diğer oyuncuların performansları da en az onun kadar iyi. Sinematografi olarak Nolan, beklendiği gibi üst düzey bir film koyuyor önümüze. Hem görsel hem de anlatı olarak. Lakin filmin sürprizi ses tasarımında.
Sonuç olarak Nolan, tartışmalı bir kişilik olan Oppenheimer’a her yönüyle bakmayı biliyor. ‘Kötü şöhretli’ bir insanı ele alırken yargılamadan kaçınıyor, zekasını, bilime adanmışlığını takdir ederken onun tüm çelişkilerini, insani zaaflarını da beyazperdeye yansıtıyor. Ama filmin ve Nolan’ın çarpıcı yanı, tarihi ‘Dunkirk’teki gibi eğip bükmek yerine, başarıyla başarısızlığın bazen bir noktada buluştuğunu göstermesi. Ve tam da o noktaya Oppenheimer’ı yerleştiriyor. Nereden bakılırsa bakılsın onun trajedisini de dört dörtlük anlatıyor. Nolan’ın sinemasında ‘Yıldızlararası’yla denk düşecek bir yapım kaçırmayın derim.
20 Aralık 2024 - Ormanda yeni bir lider doğuyor, şımarık oğlan dersini alıyor!
13 Aralık 2024 - Yılın en iyilerinden ‘Hemme…’: Öfke ruhu kemirir!
6 Aralık 2024 - Babaların kızları için yaptığı yolculuk hiç biter mi!
5 Aralık 2024 - Keşanlı Ali 60 yaşında mikrofonlarımız Haldun Taner’de